1 Mayıs 2013 Çarşamba

12 YILLIK YAS

     Aynada kırışıklarla dolu, çökmüş bir yüzle çevrelenmiş bir çift yorgun mavi göz ona bakıyordu. Derin derin baktı gözlere. Bir cevap bulma umuduyla.. Asıl yorgun olan yüreğiydi. Gözleri sadece görmüştü Geçmişi yansıtan, o acı günleri hatırlatan bir aynaydı gözleri. Yüreği ise her şeyi yaşayan, tüm acıyı hissedendi. Yılların yorgunluğuyla hala atıyordu yavaş yavaş da olsa. Ne zaman bitecekti sahi bu..

     Ali yine düşüncelerinin girdabına sürüklenmişti istemeden. Her yıl bu tarihte aynı girdapta boğuluyor, o acıyı hissediyor; tekrar hayata dönüyordu. Ne yazık ki..

     Kendine bir fincan kahve aldı. Hayır, daha sert bir şeyler olmalıydı. Dolabından minik cam şişedeki kanyağı aldı ve kahve fincanına ekledi. Bir yudum aldı. Evet şimdi daha iyiydi.

     Verandaya çıkıp sallanan sandalyesine kuruldu. Tatlı bir rüzgar yüzünü yalıyordu. Sonbahara özgü o renk cümbüşü, Ali'nin bahçesine de uğramıştı. Manzaraya baktı, geçmişe baktı. Rüzgarı hissetti, geçmişi hissetti. Dün gibi, o an gibi. Onca yıl geçmesine rağmen bitmek bilmeyen acılar.. İşte yine başlıyordu. 12 sene önce yaşanan o lanet gün! 12 sene önce her şeyin acıyla sona erdiği o hiç yaşanmaması gereken gün! 12 Eylül 1980. Binlerce insanın yok olduğu, binlercesinin acıyla yoğrulduğu, binlercesinin hiç haketmediği kaderlerinin yazıldığı gün! Binlerin kaderinin yazılmasında onun payı yoktu. Sadece birkaçının..

     Bir şansı olsaydı, tek bir şansı, o günü yeniden yaşayabilmeyi dilerdi. Hayır, 12 Eylül değil. Bir gün öncesi; değiştirebilecek güce sahipken korkaklık ettiği, kibirine yenik düştüğü gün. 11 Eylül..

                                                                    * * *

     Ali deniz kokusunu içine çekti. Seviyordu bu kokuyu. Denizden esen tuzlu, yosun kokulu rüzgar kır saçlarını dalgalandırdı. Havanın bu güzelliğine inat içi sıkılıyordu. Güneşin parlaklığına, denizin mavisine tezat bir kasvet vardı havada. Kız kulesi bile neşelendiremiyordu bugün Ali'yi..

     Masadaki gazeteyi karıştırdı. Çay bahçesinin iç tarafından Funda'nın o hüzünlü sesi geliyordu:

     - ..Ne yapsam bilmem ki arkasından gitsem mi..

     Gazeteyi tekrar katladı. Tek bir iyi haber yoktu. İçi daha da sıkıldı. Saatine baktı. "Nerede kaldı bu kadın? Gelmeyecek mi yoksa?" diye düşünürken;

 - Merhaba.

dedi bir ses. İşte gelmişti. Perişan görünüyordu. Kumral dalgalı saçları alelade toplanmış, ince yeşil ceketi adeta üzerinden akıyordu. Bir zamanlar hayat dolu ela gözler, yuvalarına çekilmiş hüzünle bakıyordu. Avurtları çökmüş, 36 değil; 40lı yaşlarından görünüyordu.

- Merhaba Suna. Nasılsın?
- Nasıl olabilirim? Günlerdir bir çıkış yolu arıyorum. Telefon etmediğim, yazmadığım kimse kalmadı.
- Boşuna telaş ediyorsun. 3-5 gün göz altında tutup salarlar nasılsa.
- Ne 3-5 gününden bahsediyorsun baba? Haftalardır içeride. Neden kılını kıpırdatmıyorsun? Oğlun o senin! Bu kadar mı zor? Neden yenemiyorsun şu kinini, neden?
- Koskoca adam oldu. Düşünemedi mi işlerin buraya geleceğini? Çocukluğunuzdan beri uyardım sizi, bu işlerden, siyasetten uzak tutmaya çalıştım. Ama siz? Anarşist olup çıktınız başıma. Sonucu bu olur işte. Yatsın biraz içeride, belki akıllanır.
- Sana inanmıyorum baba! Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun? Ya bir şey yaparlarsa? Her gün yeni birinin cenazesi geliyor hapishanelerden. Ya bir gün Suat'ı getirirlerse tabutun içinde? O zaman da mı "oh olsun" diyeceksin? Akıllanmış mı olacak?

     Ali yutkundu. Öyle bir şey olursa yaşayamazdı. Küs de olsalar, kavgalı da olsalar, ne yaparsa yapsın oğluydu Suat..

- Yapamam Suna. Aradım, çok kişiyi aradım. Emekli olalı kaç yıl oldu. Tanıdığım pek çok kişi benle birlikte ya da benden sonra emekli oldu. Senin sandığın kadar basit değil o işler.
- Evrim'i kurtarmıştın ama!
- Evrim sadece kalabalıktan biriydi Suna. Direk suçlayacak bir şeyleri yoktu. Suat ise Erdal'ın arkadaşı. Erdal yakalandıktan sonra kimi buldularsa topladılar.

     Yine yutkundu. Erdal, ah Erdal. Çocuk Erdal. Düşüncesi, görüşü ne olursa olsun çocuktu o. Hem de masum bir çocuk. Adı gibi emindi masum olduğuna; ama ne yapabilirdi ki? Karar çoktan verilmişti. Günleri sayılıydı Erdal'ın. Ya Suat..

- Sahi Evrim nerede şimdi?
- Almanya'ya yolladım. Bir süre babasının yanında kalacak. Şu olaylar bitene kadar, okulu da dondurduk.
- En iyisini yapmışsınız. Evrim de rahat durmazdı burada. Genç, aklı bir karış havada. Yol yakınken kurtardık işte.
- Baba! Hala aynı şeyleri söylüyorsun! Fikirlerini kendine sakla ve kardeşimi kurtar! Yıllar önce Deniz'in başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Suçlu suçsuz, çocuk büyük dinlemiyor bu devlet. Yalvarırım kardeşimi kurtar baba..

     Sicim gibi yaşlar süzülüyordu Suna'nın gözlerinden. Silmek istedi yaşları, sarılmak istedi kızına. Yapmadı. Ketumdu Ali. Dediği dedik, despot, tükürdüğünü yalamayan aksi bir ihtiyardı Ali. 2 çocuğuna da kızgındı. Affedemiyordu onları..

 - Dünkü yazını okudum gazetede. Yine yanlış yollarda yüzüyorsun Suna. Yılanın deliğine çomak sokuyorsun. Bak demedi deme. Yol yakınken sen de git Almanya'ya. Yeni bir hayat kur kendine. Hem Evrim babasına da yakın olur, okula orada devam eder.
- Baba sen ne diyorsun? Kardeşim hapisteyken hiçbir yere gitmiyorum ben!
- Al. Şu gazeteye bak! Haberlere bak! Sen bu işlerin içindesin daha iyi bilmen lazım. Dün 17 şehit, bugün 150 gözaltı, kaç şehirde bombalar patlamış. Kötü zaman Suna. Daha kötü şeyler olacak, çok yakında çok daha kötü şeyler olacak..

                                                                * * *

      Kanyaklı kahve boğazını yaktı. Gözleri de yanıyordu. Ama kanyaktan değildi bu yanma. İçi de yandı, kalbi de. Niye Suna'ya söylememişti ki o gün? Neden gizlemişti. Aptalca bir şey yapmasını istemediği için. Peki aptalca ne yapabilirdi? Daha aptalca ne yapsaydı bugünden daha kötü olurdu? Hiç.. Daha da yandı gözleri..

                                                                * * *

- Bir şey biliyorsan söyle baba. Bi haber mi aldın? Suat ile mi ilgili?
- Hayır. Almadım haber filan. Yapabileceğim bir şey yok Suna anla işte. Hadi git artık evine. Akşama kalma. - Peki baba. Sözlerim sana kar etmiyor nasılsa. Ama yalvarırım, yapabileceğin bir şey varsa yap. Yen artık şu kinini. Ara şu Paşa'yı. Geçmişte ne yaşadıysanız yaşadınız. Umurumda değil. Kardeşimin hayatı tehlikede. Lütfen baba. Bir kez olsun şu inatlarından, kararlarından geri adım at. Bir şey kaybetmezsin. Aksine.. Neyse. Allah'a emanet ol..

     Gözünde yaşlarla gitti Suna. Baktı kaldı arkasından.. Diyemedi. Yarın, öbür gün, en geç diğer gün olacakları diyemedi. Korktu. Paşa'yı da aramadı. Söz vermişti, Suat'a bir şey olmayacaktı. Karışıklık bittikten sonra salacaklardı. Öyle demişti Paşa. İnanmıştı Ali. Nasılsa gelecekti oğlu. Hem o zaman akıllanmış da olurdu, barışılardı da. Eski günlerdeki gibi. Evrim de dönerdi Almanya'dan. Torununu görmeyeli uzun zaman olmuştu. Hep birlikte uzun bir tatile çıkarlardı. Suna, Suat, Evrim.. Bugünleri görebilseydi karısı Latife. Ömrü yetmemişti lakin.. "Ah Suat. Özledim be oğlum. Çok özledim. Ah bir sağ salim görsem yüzünü, söz yüzüne söyleyeceğim. O aksi adamı göremeyince şaşıracaksın oğlum.." Durduramıyordu kendini Ali, sicim gibi boşanıyordu yaşlar..

                                                                   * * *

      Hıçkırıklar boğazını parçalıyordu Ali'nin. Yılların pişmanlığı omuzlarında bir yüktü. Şimdi daha da ağırdı. Her gün daha da ağırlaşıyordu. Kalbini bir mengene gibi sıkıştırıyordu pişmanlık ve acı..

 "O gün söyleseydim Suna'ya.. Darbe olacak, kötü şeyler olacak deseydim.. Diyebilseydim.. Şimdi hayatta olurdu. Ah Suna.. Deseydim, mahpus kokusunu 2. kez koklamazdın, mezarın olmazdı o izbe yer.. Kızım..

      O Paşa'yı arasaydım, hatırlatsaydım kendimi; o karışık zamanda deseydim Suat diye, söz vermiştin diye.. Şimdi hayatta olurdu. Ah Suat..

      Gencecik boynuna geçmezdi o kalın ilmik. Yakışmadı sana o, güzel durmadı boynunda. Kime yakışır ki hem? Oğlum..

       Evrim, ah Evrim.. Boyundan büyük işlere kalkmış küçük Evrim.. Neden gitmedin ki Almanya'ya? Neden kandırdın hepimizi? Yakıştı mı senin gibi küçük bir kız çocuğuna bu ölüm? Sokak köşeleri mi olacaktı mezarın? Daha ömrünü başındayken, ne yaşadın da vezgeçtin bu hayattan be kızım? Neden aramadım ki seni, arasaydım belki hayatta olurdun.. Ah evrim.. Torunum.."

       Kalbi sıkışıyordu Ali'nin. Kanyak şişesini boğazına dikti. "Keşke yakarken parçalasa boğazımı." Son 12 yıldır merak ediyordu. Neden ölmüyordu? Neden hala hayattaydı? 87 yaşında bir bunaktı oysa ki.. Ne günah işlediğini merak ediyordu. Ona kızının, oğlunun ve torununun ölümünü yaşatacak; o ölümlerden sonra bunca yıl yaşayacak kadar ne günah işlediğini merak ediyordu. Kalbinde bir yumrukla, yapayalnız, suçluluklarla dolu bir hayat yaşayacak ne günah işledi merak ediyordu.. Son 12 yıldır ölmek istiyordu. Bunu yapacak cesareti yoktu ama..

       Ve sonunda geliyordu ölüm. 3 gencin yaşamına karşılık olması gerekirken 12 yıl gecikmeli olarak geliyordu ölüm..

      Kalbi göğüs kafesinin içinde eziliyordu sanki. Sandalyenin kenarlarına tutundu. Ayağa kalkmak isterken yere düştü. Boylu boyunca uzandı yere. Gözkyüzüne bakıyordu şimdi. O parlak, aydınlık, masmavi gökyüzü; göğsünün acısına rağmen huzur doldurdu içini. Kurtuluyordu sonunda. Nefes de alamıyordu artık ne güzel!

      Bir film şeridi gibiydi her şey! Suna, Suat, Evrim.. Hatta Erdal, hatta Sinan! Yemyeşildi her yer, herkes mutluydu, aydınlıktı herkesin yüzü. Karşı sahilden Deniz gülümsüyordu, belki Hüseyin bile yanındadır. Hatta adlarını bilmediği, ömründe görmediği yüzlerce masum surat. .

      "Ah ben, ah ülkem.. Kendimizce ne büyük hatalar işledik, ne büyük veballerin altına girdik.. Ben şimdi kurtuluyorum, umarım sen de kurtulursun ülkem.. ah.."

                                                                       * * *


Serin bir rüzgar esti verandada, yaladı geçti Ali'yi. Emekli Albay Ali, 87 yaşında veda etti dünyaya. Pişmanlıkları, acıları ve anılarıyla..

                                                                           *