Öncelikle bu "et yeme" konusunun neden bu kadar dehşet verici bir olaymış gibi yansıtıldığını gerçekten merak ettiğimi belirtmeliyim. Cidden büyük bir vahşetmiş, yamyammışız gibi lanse ediliyor. Özellikle PETA adlı vakfın bu konudaki çalışmaları bence gereksiz bir duygusallık ve resmen gizli bir baskı içeriyor. Ayrıca PETA denildiğinde benim aklıma gelen tek şey South Park'ta ele alınan PETA hali.. Nedense ciddiye alamıyorum bu vakfı. Biraz da komik geliyor açıkçası..
Nedenlerime gelince..
Bi kere biz biyolojik olarak etçil ve otçul sınıfındayız. Diş yapımımız, sindirim sistemimiz ona uygun olarak tasarlanmış(tasarlanmış derken?). Mesela bir koyuna, ineğe et yediremezsiniz. Ne diş yapısı buna uygundur, ne de sindirim sistemi. Ya da bir kartala, aslana kereviz yedirmeyi deneyin? Ama biz insanlar, ayılar, fareler vs. "hepçil" canlılar olarak geçiyoruz bilim sayfalarında. Yani doğamızda olan bir şey bu "et yeme" hadisesi. Sonuç olarak yemeye devam edeceğim..
Diğer bir neden; vücudumuzun etten ve diğer hayvansal besinlerden alınacak olan maddelere ihtiyacı olması. Küçüklükten beri protein denilince "et,süt,yumurta" diye sıralamıyor muyuz, böyle öğrenmedik mi? Peki ben bu gıdaları almazsam proteinimi nereden alacağım? Cevizle mi geçireceğim ömrümü? Ya balık - fosfor? Ya süt - kalsiyum? Hiç bana alternatif gıdalar sunmasın kimse! Hayvansal gıdalardan alınan besin maddelerinin hiçbir bitkiden tam olarak alınamayacağı yıllardır bilinen bir gerçek. Aynı şekilde bitkiden alacaklarımızı da hayvanlardan alamayız. Sonuç olarak yemeye devam edeceğim..
Son nedenim ise; bu hayvanları keserek, balıkları avlayarak yememiz bir vahşet olarak adlandırılıyor. Lütfen hayvanlara yapılan eziyetlerle, kafalarına vura vura öldürmelerle, işkencevari öldürmelerle karıştırmayalım bunu. Genelde de bu tarz şeylerin hepsi (yemelik kesimden bahsediyorum) yurtdışında oluyor. Benim et aldığım mahalle kasabının o minicik kuzucuğu, sevimli danacığı kafasına vura vura öldürdüğünü düşünmüyorum(hee helal kesim evet). Ha adam psikopatsa, benim vejetaryen olmam hiçbir şeyi engellemez zaten..
Farklı bir açıdan bakarsak eğer; normal bir ekosistemde aslanlar geyikleri, ceylanları parçalıyor değil mi? Boğazını kemirerek? Ölmesini bekleyerek? "Emeee o dağal kii, besin zinciri oooo.." Yok ya? Aslan et yesin, kartal et yesin, diğer binlerce tür yırtıcı et yesin; biz insanoğlu "ama vahşet buuuu" diyerek bok mu yiyelim? Kimse kusura bakmasın. Vahşet arıyorsanız İspanya'ya arenalara gidin. Vahşet arıyorsanız hayvanları canlı canlı yiyen Çin'e, Japonya'ya gidin. Şurda yediğimiz kuzu, dana, tavuk zaten.. Dua edin tasmayla gezdirdiğiniz köpeği yemiyoruz..
Hatta olayı abartalım biraz. Canlının canının değeri vücut büyüklüğü artınca mı artıyor? Sinekleri de öldürmeyelim o zaman? Hatta bitkiler de canlı; meyveler, sebzeler kendi kendilerine daldan düşmeden yemeyelim. Düştüklerinde çoktan kurtlanmış oluyorlar ama.. Bence kurtları da alıp besleyelim canlılar sonuçta.. E ne kaldı bize? Hadi canım vejetaryenler, mideniz et almıyorsa buyrun otçul yaşantınıza devam edin siz. Ama et yemeyi vahşet olarak değerlendirenin alnını karışlarım!
20 Nisan 2013 Cumartesi
15 Nisan 2013 Pazartesi
Bir Adam..
Bir adam
sevmişti; gülümsetmekten keyif aldığı, hep mutlu olmasını istediği; onu
gülümseten, mutlu eden bir adam.. Bir adam sevmişti, zekasına hayran olduğu, o
beyninin içinde neler döndüğünü çılgınca merak ettiği ve kendisini yanındayken
salak gibi hissetmekten ölesiye korktuğu.. Zekasıyla zekasını alt etmesinden,
mükemmel olmasından korktuğu..
Bir adam
sevmişti..
Bu adamla
birlikteyken çıplaktı her şey, bir o kadar da gizemli. Özgürdü herkes. Duygular
apaçık söylenmezken, korkulurken kelimelere dökülmesinden; elinizle
dokunabilirdiniz bu duguların somutluğuna. Tutup koklayabilirdiniz aşkı,
şehveti, ihtirası bu iki yabancı ama bir
o kadar tanışık bedenlerde. .
Kayda
geçecek hiçbir şey yaşamadılar birlikte. Şehrin hiçbir yerine anıları yok.
"Bir gün şöyle bir şey yapmıştık hatırlıyor musun?" diyebilecekleri
hiçbir şey yapmadılar. Ama yaşadılar. Çok şey hissederek sadece yaşadılar.
Belki de biri diğerinin çok şey hissettiğini-çok şey hissettirdiğini düşünerek
karşılıklı rol yaptılar. Öyleyse bile kusursuz birer oyuncuydu her ikisi de.
Şüpheye mahal vermeyecek kadar gerçekti görünen hisleri ve hissettirdikleri..
Çok
güldüler, gülümsetmek iyi geldi ikisine de. Birbirine tamamen yabancı
dünyalarından bir süreliğine sıyrılıp pararlel evreni keşfetmenin hazzını
yaşadılar. Övdükleri ya da yerdikleri, sevdikleri, ilgilendikleri, hayran
oldukları, küfrettikleri sürüyle ortak materyal olduğunu hayretle gördüler her
adımda. Aynaya bakmak gibiydi adeta..
İnceydi bu
adam, hisliydi, komikti, zekiydi, mükemmeldi..
Bir şey
oldu. Bir gün bir şey oldu. Ayna parçalandı. Keşfettiği paralel evren tuzla buz
oldu. İnandığı, hayalini kurduğu her şeyle birlikte üzerine yağdı. Ama korudu
kendini bu enkazdan. O zekiydi. Duygularının, mantığının önüne geçmesine izin
veremezdi. Ama anlamalıydı. Bu yıkımı başlatan o minik çatlağı, belki de hiçbir
zaman yerine konmamış olan yap-bozun eksik parçasının ne olduğunu öğrenmeliydi.
İnceydi bu
adam, hisliydi, komikti; ama zeki değildi ve artık mükemmeliğini yitirmiş olan
bir korkaktı. O minicik cesarete bile sahip olamayan, içten pazarlıklı ve
yenilikten korkan bir adamdı. Çok anısının olduğu ama kendisi olamadığı,
kendisi için önceden biçilmiş, yakındığı o mutsuz hayata sürüklenen; tüm
hesaplaşmaları içinde halletmeyi uygun gören bir adamdı. Yap-bozun eksik
parçasıydı bu adam. Hiç var olmamıştı ki! Sadece geçerken uğrayan, köşesi
oturmayınca da ait olduğu yere geri dönen bir adamdı bu.. Bir yolculukta
yanında oturduğu kişinin sorduğu sorular kadar kelime bahşeden, yolculuğu
bittiği anda "iyi yolculuklar" bile demeden çekip giden samimiyetsiz,
vefasız bir adam. O koltukta bıraktığı adamı kendinden şüphe ettirecek,
özgüvenini sarsacak kadar fütursuz bir adam..
Aptallığının
ürünü tesellilerdi belki de bunlar. Belki de bu adam kadar zeki olamamıştı
hiçbir zaman. Belki de hiç içten gelerek gülmedi, gerçekten mutlu olmadı o
adam. Evren hiç paralel durmadı, bir arkadaşa bakıp çıktı sadece..
O
dokunabildiği duygular da yarım aklının bir oyunuydu belki de.. Belki de sadece
romanlara özenmiş, masalsı bir aşkla bağlanmıştı bu adama. Her şeyin mükemmel
olduğu, kusurun yerinin olmadığı o kahramanlara benzemek istemişti sadece..
Aklı ne
düşünürse düşünsün, zihni neyi tasarlarsa tasarlasın, iç sesi hangi cevabı
verirse versin; gerçek bir cevap asla olmayacaktı elinde.. Eksikliğin
kendisinden mi ondan mı kaynaklandığını ya da bambaşka bir nedenin olup
olmadığını asla bilemeyecekti. Bu
cevaplara sahip olan adam ise tüm S.O.S'lere karşın umarsızca var olmamayı
seçmişti..
Kaslarıyla Fazlaca Haşır Neşir Olan Erkeklerin Genellikle Moron Olması
Bir de bana hep şöyle gelmiştir; erkek kaslarını şişirdikçe, beyninden bir şeyler kaybediyor gibi hissediyorum. Tamamen vücuduna odaklandığı için hayattan soyutlandığından belki de doğrudur, bilemem..
Tabi tüm genellemelerde olduğu gibi bu da yanlıştır. Mesela bu yazıyı okuyan bir kaslı, kesinlikle bu genellemenin dışındadır zaten.. Ha bir de Khal Drogo tabi *.*
Not : Bu tiksintinin sebebini şimdi hatırladım. Lisede vücut geliştirmeye giden bir arkadaşımın zırt pırt yanıma gelip, kaslarını şişirerek "sıksana bi sıksanaaa!ehe" demesi olmalı..
14 Nisan 2013 Pazar
Adam taş beyler!
Yıllardır kendisini hayran hayran dinliyorum; kalbim kadar temiz bir sayfayı ona ayırmasam olmaz. Kimden mi bahsediyorum? Tabi ki de dünya üzerine "taş" olarak nitelendirilen sayılı erkeklerden biri olan "Sebastian Bach" ! O ağız, o burun.. Gerçi gençkene iyimiş. Bir kaç yıl önce resimlerine Baktığımda hala gideri var dedimdi ama; bugün yine baktım ı ıh. Geçmiş gari. Bi ağlamaklı oldum bakarken ama ne yapalım, mukadderat.. Neyse sevgili Sebastian, hayalerimi hala genç yüzünün süslemesi dileğiyle..
Bu arada 4:25'deki kaş kaldırması, şu hayatta gördüğüm en güzel görüntülerden biri heralde o.O
Bu arada 4:25'deki kaş kaldırması, şu hayatta gördüğüm en güzel görüntülerden biri heralde o.O
Etiketler:
Eskiler,
Glam Metal,
Heavy,
Heavy Metal,
Metal,
Sebastian Bach,
Skid Row
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
