"Once" filminin huzur; ama aynı zamanda acı yüklü şarkılarından biri..
21 Temmuz 2013 Pazar
KPSS BELASI!
Öncelikle bu soruları hazırlayanların, onay verenlerin allah belasını versin diyemiyorum; ama bildiği gibi yapsın!
Ben fen ve teknoloji öğretmeniyim. Ben kendime öğretmenim diyorum, diplomamda yazıyor; ama lanet olası devlet beni resmi olarak öğretmen görmüyor nedense! Görmediği gibi, görmemek için elinden geleni de yapıyor! İnsanlar bu sınava hazırlanırken "daha ne kadar zorlaştırıp, ne kadar ömürlerinden çalabilirim!" diye düşünüyor gibiler! Ben artık insanları gerizekalı yerine koymalarından gerçekten bıktım! Çıkıp desinler ki;
"Benim 100 tane öğretmene ihtiyacım var; onu da kendim buluyorum zaten. Geri kalanınız hiç zahmet etmesin; gitsin 3 kuruşa bütün haklarından mahrum ücretli öğretmenlik yapsın, bari aç kalmaz.", ağzımı açarsam şerefsizim!
3 senedir, dershanelerde "belki bir gün bir koleje girerim" diye kıçımı paralıyorum. Yaşamak için o işe muhtaç olduğumun farkında olan insanların elinden ekmek yedim, kazıya kazıya! Hasta ruhlu, insan canına zerre kıymet vermeyen, it gibi çalıştıran insanların yanında it gibi çalıştım! 1 yıl boyunca İstanbul'da olduğumu anlayamadan, burnumu dışarıya çıkaramadan, ev-iş döngüsünde çalıştım! 3 sene önce makyaj yapmadan bakkala gitmeyen ben, aylarca makyaj yapmaya mecalim olmadan, yapamadan işe gittim! Elimde ne var? Silleyi yiye yiye edindiğim hayat tecrübesi.. Başka? Dönem bitti ve ben yine işsizim. Yine sosyal haklarım yok. Yine 3 ay biriktir(eme)diğim 3 kuruşla yaşamak zorundayım, belki de 1 yıl boyunca..
Peki bu ülkenin binlerce öğretmene ihtiyacı varken; din kültürü öğretmeni fen bilgisi dersine, türkçe öğretmeni matematik dersine vs. girerek ücretli öğretmenlik yapıyorken, neden ben it gibi yaşamak zorundayım? Hayatımın en güzel yıllarını neden köle gibi yaşamak zorundayım? Hem de "öğretmenlik" ünvanını alabilmek için 20 sene çabalamışken!
Açıkçası benim kpss'den asla umudum olmadı. Hiçbir zaman çalışmadım da.. Fakat aile ve çevre baskısı nedeniyle her yıl spor amaçlı katılıyorum. Ben 10 sene atanamasam da; 1 sene evden çıkmadan kımıl zararlısı gibi yaşayıp, ders çalışıp sınava giremem. Garantisi var mı? Hiçbir şeyin garantisi yok evet. Ama ben zaten hakkım olan bir şey için neden senelerce daha uğraşmak zorundayım? Neredeyse 30 yaşıma gelmişken neden hala babamdan para almak zorunda bırakılayım? Sonra çıkıp der ama sayın başbakanımız "bu gençlerin evlenmeye niyetleri yok hiç. en az 3 çocuk bık bık".. E tamam, ben istiyorum evlenmek. Sen mi bakacaksın bana başbakan? Çıkar bütün ücretlileri işten, 1 tane bile öğretmene ihtiyacı olan okul kalmadan yerleştir insan gibi senelerdir bekleyen öğretmenlerini.. Bak o zaman nasıl bir evlilik patlaması oluyor ülkede!
Gelelim 13 temmuzda yapılan gerzek sınava.. Sınava hazırlanmadığımı söyledim. Ama bu demek değil ki hiçbir şey bilmiyorum..
Ben fen bilgisi öğretmeniyim değil mi? Hani ilk okul ve orta okullara giren? 4,5,6,7 ve 8. sınıfları okutan? Ben bu çocuklara hiç organik kimya, analitik kimya, ışığın enerjiye boka püsüre bağıl enerjisini anlatmadım. Onlar da hiç merak edip sormadılar, çünkü henüz bu konuların varlığından bile haberdar değiller. Ola ki haberdar oldular, benim zaten onlara cevap verecek kadar teorik bilgim ve genel kültürüm var. Peki sınavdakiler neydi? Ben SBS seviyesinin 3-5 üstü kadar bilmesi gereken bir öğretmen olarak; siktiriboktan siklo alkanı, üniversitede dahi göremdiğim boktan fizik formüllerini bilmek zorunda mıyım? Fen bilgisi öğretmenliği diye ayrı ayrı fizik, kimya, biyoloji bölümü okuttular da üniversitede; benim mi haberim yok?
Ben gerçekten isyan ediyorum! Arkadaşlarım yıllardır sınav yolunda can vermek üzereler! Bu kadar çalışan, emek veren insanlar; sırf bu sıçtığımın formüllerini, problemlerini bilmiyor diye kötü öğretmenler mi? 2 çocuğuyla kocasını kapıda bırakıp sınava giren tatlı kadın, ne kadar kötü bir öğretmen olabilir? Köpekliğini yaptığım dershane benden bu kadar memnunken, ben nasıl kötü bir öğretmen olabilirim?
Biliyorum, hayatın her döneminde insanların arasından bazı insanlar seçiliyor sürekli. Birileri kaybetmeye ya da 10 adım geriden kazanmaya mahkum. Ama benim tek isteğim, bu seçimlerin insanların hayatlarını karartmadan yapılması. İnsanları aptal yerine koymadan yapılması. İnsanları 3-5 yıl ot gibi yaşamaya mahkum etmeden yapılması. Ama ne yazık biliyorum ki çok şey istiyorum..
Benim yazdığım bu aptal yazı hiçbir şeyi değiştirmeyecek, tek bir şey düzeltmeyecek. Yine de içimdekilerin bir yerde baki kalacak olması, "olur da bir gün okuması gereken biri okur ve vicdanı bi' gıdım sızlar" düşüncesi, az da olsa rahatlatıyor beni..
Son bir şey.. Bu yazıyı okuyup da, "bok yiyin koduklarım, oturun çalışın. çalışan nasıl kazanıp atanıyor bak!" diyen olursa; benim ona söyleyecek lafım kalmadı zaten..
Ben fen ve teknoloji öğretmeniyim. Ben kendime öğretmenim diyorum, diplomamda yazıyor; ama lanet olası devlet beni resmi olarak öğretmen görmüyor nedense! Görmediği gibi, görmemek için elinden geleni de yapıyor! İnsanlar bu sınava hazırlanırken "daha ne kadar zorlaştırıp, ne kadar ömürlerinden çalabilirim!" diye düşünüyor gibiler! Ben artık insanları gerizekalı yerine koymalarından gerçekten bıktım! Çıkıp desinler ki;
"Benim 100 tane öğretmene ihtiyacım var; onu da kendim buluyorum zaten. Geri kalanınız hiç zahmet etmesin; gitsin 3 kuruşa bütün haklarından mahrum ücretli öğretmenlik yapsın, bari aç kalmaz.", ağzımı açarsam şerefsizim!
3 senedir, dershanelerde "belki bir gün bir koleje girerim" diye kıçımı paralıyorum. Yaşamak için o işe muhtaç olduğumun farkında olan insanların elinden ekmek yedim, kazıya kazıya! Hasta ruhlu, insan canına zerre kıymet vermeyen, it gibi çalıştıran insanların yanında it gibi çalıştım! 1 yıl boyunca İstanbul'da olduğumu anlayamadan, burnumu dışarıya çıkaramadan, ev-iş döngüsünde çalıştım! 3 sene önce makyaj yapmadan bakkala gitmeyen ben, aylarca makyaj yapmaya mecalim olmadan, yapamadan işe gittim! Elimde ne var? Silleyi yiye yiye edindiğim hayat tecrübesi.. Başka? Dönem bitti ve ben yine işsizim. Yine sosyal haklarım yok. Yine 3 ay biriktir(eme)diğim 3 kuruşla yaşamak zorundayım, belki de 1 yıl boyunca..
Peki bu ülkenin binlerce öğretmene ihtiyacı varken; din kültürü öğretmeni fen bilgisi dersine, türkçe öğretmeni matematik dersine vs. girerek ücretli öğretmenlik yapıyorken, neden ben it gibi yaşamak zorundayım? Hayatımın en güzel yıllarını neden köle gibi yaşamak zorundayım? Hem de "öğretmenlik" ünvanını alabilmek için 20 sene çabalamışken!
Açıkçası benim kpss'den asla umudum olmadı. Hiçbir zaman çalışmadım da.. Fakat aile ve çevre baskısı nedeniyle her yıl spor amaçlı katılıyorum. Ben 10 sene atanamasam da; 1 sene evden çıkmadan kımıl zararlısı gibi yaşayıp, ders çalışıp sınava giremem. Garantisi var mı? Hiçbir şeyin garantisi yok evet. Ama ben zaten hakkım olan bir şey için neden senelerce daha uğraşmak zorundayım? Neredeyse 30 yaşıma gelmişken neden hala babamdan para almak zorunda bırakılayım? Sonra çıkıp der ama sayın başbakanımız "bu gençlerin evlenmeye niyetleri yok hiç. en az 3 çocuk bık bık".. E tamam, ben istiyorum evlenmek. Sen mi bakacaksın bana başbakan? Çıkar bütün ücretlileri işten, 1 tane bile öğretmene ihtiyacı olan okul kalmadan yerleştir insan gibi senelerdir bekleyen öğretmenlerini.. Bak o zaman nasıl bir evlilik patlaması oluyor ülkede!
Gelelim 13 temmuzda yapılan gerzek sınava.. Sınava hazırlanmadığımı söyledim. Ama bu demek değil ki hiçbir şey bilmiyorum..
Ben fen bilgisi öğretmeniyim değil mi? Hani ilk okul ve orta okullara giren? 4,5,6,7 ve 8. sınıfları okutan? Ben bu çocuklara hiç organik kimya, analitik kimya, ışığın enerjiye boka püsüre bağıl enerjisini anlatmadım. Onlar da hiç merak edip sormadılar, çünkü henüz bu konuların varlığından bile haberdar değiller. Ola ki haberdar oldular, benim zaten onlara cevap verecek kadar teorik bilgim ve genel kültürüm var. Peki sınavdakiler neydi? Ben SBS seviyesinin 3-5 üstü kadar bilmesi gereken bir öğretmen olarak; siktiriboktan siklo alkanı, üniversitede dahi göremdiğim boktan fizik formüllerini bilmek zorunda mıyım? Fen bilgisi öğretmenliği diye ayrı ayrı fizik, kimya, biyoloji bölümü okuttular da üniversitede; benim mi haberim yok?
Ben gerçekten isyan ediyorum! Arkadaşlarım yıllardır sınav yolunda can vermek üzereler! Bu kadar çalışan, emek veren insanlar; sırf bu sıçtığımın formüllerini, problemlerini bilmiyor diye kötü öğretmenler mi? 2 çocuğuyla kocasını kapıda bırakıp sınava giren tatlı kadın, ne kadar kötü bir öğretmen olabilir? Köpekliğini yaptığım dershane benden bu kadar memnunken, ben nasıl kötü bir öğretmen olabilirim?
Biliyorum, hayatın her döneminde insanların arasından bazı insanlar seçiliyor sürekli. Birileri kaybetmeye ya da 10 adım geriden kazanmaya mahkum. Ama benim tek isteğim, bu seçimlerin insanların hayatlarını karartmadan yapılması. İnsanları aptal yerine koymadan yapılması. İnsanları 3-5 yıl ot gibi yaşamaya mahkum etmeden yapılması. Ama ne yazık biliyorum ki çok şey istiyorum..
Benim yazdığım bu aptal yazı hiçbir şeyi değiştirmeyecek, tek bir şey düzeltmeyecek. Yine de içimdekilerin bir yerde baki kalacak olması, "olur da bir gün okuması gereken biri okur ve vicdanı bi' gıdım sızlar" düşüncesi, az da olsa rahatlatıyor beni..
Son bir şey.. Bu yazıyı okuyup da, "bok yiyin koduklarım, oturun çalışın. çalışan nasıl kazanıp atanıyor bak!" diyen olursa; benim ona söyleyecek lafım kalmadı zaten..
Etiketler:
13 temmuz,
alan sınavı,
atanamayan,
Eskiler,
fen ve teknoloji,
KPSS,
lisans,
öğretmen,
SBS
3 Mayıs 2013 Cuma
1 Mayıs 2013 Çarşamba
12 YILLIK YAS
Aynada kırışıklarla dolu, çökmüş bir yüzle çevrelenmiş bir çift yorgun mavi göz ona bakıyordu. Derin derin baktı gözlere. Bir cevap bulma umuduyla.. Asıl yorgun olan yüreğiydi. Gözleri sadece görmüştü Geçmişi yansıtan, o acı günleri hatırlatan bir aynaydı gözleri. Yüreği ise her şeyi yaşayan, tüm acıyı hissedendi. Yılların yorgunluğuyla hala atıyordu yavaş yavaş da olsa. Ne zaman bitecekti sahi bu..
Ali yine düşüncelerinin girdabına sürüklenmişti istemeden. Her yıl bu tarihte aynı girdapta boğuluyor, o acıyı hissediyor; tekrar hayata dönüyordu. Ne yazık ki..
Kendine bir fincan kahve aldı. Hayır, daha sert bir şeyler olmalıydı. Dolabından minik cam şişedeki kanyağı aldı ve kahve fincanına ekledi. Bir yudum aldı. Evet şimdi daha iyiydi.
Verandaya çıkıp sallanan sandalyesine kuruldu. Tatlı bir rüzgar yüzünü yalıyordu. Sonbahara özgü o renk cümbüşü, Ali'nin bahçesine de uğramıştı. Manzaraya baktı, geçmişe baktı. Rüzgarı hissetti, geçmişi hissetti. Dün gibi, o an gibi. Onca yıl geçmesine rağmen bitmek bilmeyen acılar.. İşte yine başlıyordu. 12 sene önce yaşanan o lanet gün! 12 sene önce her şeyin acıyla sona erdiği o hiç yaşanmaması gereken gün! 12 Eylül 1980. Binlerce insanın yok olduğu, binlercesinin acıyla yoğrulduğu, binlercesinin hiç haketmediği kaderlerinin yazıldığı gün! Binlerin kaderinin yazılmasında onun payı yoktu. Sadece birkaçının..
Bir şansı olsaydı, tek bir şansı, o günü yeniden yaşayabilmeyi dilerdi. Hayır, 12 Eylül değil. Bir gün öncesi; değiştirebilecek güce sahipken korkaklık ettiği, kibirine yenik düştüğü gün. 11 Eylül..
* * *
Ali deniz kokusunu içine çekti. Seviyordu bu kokuyu. Denizden esen tuzlu, yosun kokulu rüzgar kır saçlarını dalgalandırdı. Havanın bu güzelliğine inat içi sıkılıyordu. Güneşin parlaklığına, denizin mavisine tezat bir kasvet vardı havada. Kız kulesi bile neşelendiremiyordu bugün Ali'yi..
Masadaki gazeteyi karıştırdı. Çay bahçesinin iç tarafından Funda'nın o hüzünlü sesi geliyordu:
- ..Ne yapsam bilmem ki arkasından gitsem mi..
Gazeteyi tekrar katladı. Tek bir iyi haber yoktu. İçi daha da sıkıldı. Saatine baktı. "Nerede kaldı bu kadın? Gelmeyecek mi yoksa?" diye düşünürken;
- Merhaba.
dedi bir ses. İşte gelmişti. Perişan görünüyordu. Kumral dalgalı saçları alelade toplanmış, ince yeşil ceketi adeta üzerinden akıyordu. Bir zamanlar hayat dolu ela gözler, yuvalarına çekilmiş hüzünle bakıyordu. Avurtları çökmüş, 36 değil; 40lı yaşlarından görünüyordu.
- Merhaba Suna. Nasılsın?
- Nasıl olabilirim? Günlerdir bir çıkış yolu arıyorum. Telefon etmediğim, yazmadığım kimse kalmadı.
- Boşuna telaş ediyorsun. 3-5 gün göz altında tutup salarlar nasılsa.
- Ne 3-5 gününden bahsediyorsun baba? Haftalardır içeride. Neden kılını kıpırdatmıyorsun? Oğlun o senin! Bu kadar mı zor? Neden yenemiyorsun şu kinini, neden?
- Koskoca adam oldu. Düşünemedi mi işlerin buraya geleceğini? Çocukluğunuzdan beri uyardım sizi, bu işlerden, siyasetten uzak tutmaya çalıştım. Ama siz? Anarşist olup çıktınız başıma. Sonucu bu olur işte. Yatsın biraz içeride, belki akıllanır.
- Sana inanmıyorum baba! Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun? Ya bir şey yaparlarsa? Her gün yeni birinin cenazesi geliyor hapishanelerden. Ya bir gün Suat'ı getirirlerse tabutun içinde? O zaman da mı "oh olsun" diyeceksin? Akıllanmış mı olacak?
Ali yutkundu. Öyle bir şey olursa yaşayamazdı. Küs de olsalar, kavgalı da olsalar, ne yaparsa yapsın oğluydu Suat..
- Yapamam Suna. Aradım, çok kişiyi aradım. Emekli olalı kaç yıl oldu. Tanıdığım pek çok kişi benle birlikte ya da benden sonra emekli oldu. Senin sandığın kadar basit değil o işler.
- Evrim'i kurtarmıştın ama!
- Evrim sadece kalabalıktan biriydi Suna. Direk suçlayacak bir şeyleri yoktu. Suat ise Erdal'ın arkadaşı. Erdal yakalandıktan sonra kimi buldularsa topladılar.
Yine yutkundu. Erdal, ah Erdal. Çocuk Erdal. Düşüncesi, görüşü ne olursa olsun çocuktu o. Hem de masum bir çocuk. Adı gibi emindi masum olduğuna; ama ne yapabilirdi ki? Karar çoktan verilmişti. Günleri sayılıydı Erdal'ın. Ya Suat..
- Sahi Evrim nerede şimdi?
- Almanya'ya yolladım. Bir süre babasının yanında kalacak. Şu olaylar bitene kadar, okulu da dondurduk.
- En iyisini yapmışsınız. Evrim de rahat durmazdı burada. Genç, aklı bir karış havada. Yol yakınken kurtardık işte.
- Baba! Hala aynı şeyleri söylüyorsun! Fikirlerini kendine sakla ve kardeşimi kurtar! Yıllar önce Deniz'in başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Suçlu suçsuz, çocuk büyük dinlemiyor bu devlet. Yalvarırım kardeşimi kurtar baba..
Sicim gibi yaşlar süzülüyordu Suna'nın gözlerinden. Silmek istedi yaşları, sarılmak istedi kızına. Yapmadı. Ketumdu Ali. Dediği dedik, despot, tükürdüğünü yalamayan aksi bir ihtiyardı Ali. 2 çocuğuna da kızgındı. Affedemiyordu onları..
- Dünkü yazını okudum gazetede. Yine yanlış yollarda yüzüyorsun Suna. Yılanın deliğine çomak sokuyorsun. Bak demedi deme. Yol yakınken sen de git Almanya'ya. Yeni bir hayat kur kendine. Hem Evrim babasına da yakın olur, okula orada devam eder.
- Baba sen ne diyorsun? Kardeşim hapisteyken hiçbir yere gitmiyorum ben!
- Al. Şu gazeteye bak! Haberlere bak! Sen bu işlerin içindesin daha iyi bilmen lazım. Dün 17 şehit, bugün 150 gözaltı, kaç şehirde bombalar patlamış. Kötü zaman Suna. Daha kötü şeyler olacak, çok yakında çok daha kötü şeyler olacak..
* * *
Kanyaklı kahve boğazını yaktı. Gözleri de yanıyordu. Ama kanyaktan değildi bu yanma. İçi de yandı, kalbi de. Niye Suna'ya söylememişti ki o gün? Neden gizlemişti. Aptalca bir şey yapmasını istemediği için. Peki aptalca ne yapabilirdi? Daha aptalca ne yapsaydı bugünden daha kötü olurdu? Hiç.. Daha da yandı gözleri..
* * *
- Bir şey biliyorsan söyle baba. Bi haber mi aldın? Suat ile mi ilgili?
- Hayır. Almadım haber filan. Yapabileceğim bir şey yok Suna anla işte. Hadi git artık evine. Akşama kalma. - Peki baba. Sözlerim sana kar etmiyor nasılsa. Ama yalvarırım, yapabileceğin bir şey varsa yap. Yen artık şu kinini. Ara şu Paşa'yı. Geçmişte ne yaşadıysanız yaşadınız. Umurumda değil. Kardeşimin hayatı tehlikede. Lütfen baba. Bir kez olsun şu inatlarından, kararlarından geri adım at. Bir şey kaybetmezsin. Aksine.. Neyse. Allah'a emanet ol..
Gözünde yaşlarla gitti Suna. Baktı kaldı arkasından.. Diyemedi. Yarın, öbür gün, en geç diğer gün olacakları diyemedi. Korktu. Paşa'yı da aramadı. Söz vermişti, Suat'a bir şey olmayacaktı. Karışıklık bittikten sonra salacaklardı. Öyle demişti Paşa. İnanmıştı Ali. Nasılsa gelecekti oğlu. Hem o zaman akıllanmış da olurdu, barışılardı da. Eski günlerdeki gibi. Evrim de dönerdi Almanya'dan. Torununu görmeyeli uzun zaman olmuştu. Hep birlikte uzun bir tatile çıkarlardı. Suna, Suat, Evrim.. Bugünleri görebilseydi karısı Latife. Ömrü yetmemişti lakin.. "Ah Suat. Özledim be oğlum. Çok özledim. Ah bir sağ salim görsem yüzünü, söz yüzüne söyleyeceğim. O aksi adamı göremeyince şaşıracaksın oğlum.." Durduramıyordu kendini Ali, sicim gibi boşanıyordu yaşlar..
* * *
Hıçkırıklar boğazını parçalıyordu Ali'nin. Yılların pişmanlığı omuzlarında bir yüktü. Şimdi daha da ağırdı. Her gün daha da ağırlaşıyordu. Kalbini bir mengene gibi sıkıştırıyordu pişmanlık ve acı..
"O gün söyleseydim Suna'ya.. Darbe olacak, kötü şeyler olacak deseydim.. Diyebilseydim.. Şimdi hayatta olurdu. Ah Suna.. Deseydim, mahpus kokusunu 2. kez koklamazdın, mezarın olmazdı o izbe yer.. Kızım..
O Paşa'yı arasaydım, hatırlatsaydım kendimi; o karışık zamanda deseydim Suat diye, söz vermiştin diye.. Şimdi hayatta olurdu. Ah Suat..
Gencecik boynuna geçmezdi o kalın ilmik. Yakışmadı sana o, güzel durmadı boynunda. Kime yakışır ki hem? Oğlum..
Evrim, ah Evrim.. Boyundan büyük işlere kalkmış küçük Evrim.. Neden gitmedin ki Almanya'ya? Neden kandırdın hepimizi? Yakıştı mı senin gibi küçük bir kız çocuğuna bu ölüm? Sokak köşeleri mi olacaktı mezarın? Daha ömrünü başındayken, ne yaşadın da vezgeçtin bu hayattan be kızım? Neden aramadım ki seni, arasaydım belki hayatta olurdun.. Ah evrim.. Torunum.."
Kalbi sıkışıyordu Ali'nin. Kanyak şişesini boğazına dikti. "Keşke yakarken parçalasa boğazımı." Son 12 yıldır merak ediyordu. Neden ölmüyordu? Neden hala hayattaydı? 87 yaşında bir bunaktı oysa ki.. Ne günah işlediğini merak ediyordu. Ona kızının, oğlunun ve torununun ölümünü yaşatacak; o ölümlerden sonra bunca yıl yaşayacak kadar ne günah işlediğini merak ediyordu. Kalbinde bir yumrukla, yapayalnız, suçluluklarla dolu bir hayat yaşayacak ne günah işledi merak ediyordu.. Son 12 yıldır ölmek istiyordu. Bunu yapacak cesareti yoktu ama..
Ve sonunda geliyordu ölüm. 3 gencin yaşamına karşılık olması gerekirken 12 yıl gecikmeli olarak geliyordu ölüm..
Kalbi göğüs kafesinin içinde eziliyordu sanki. Sandalyenin kenarlarına tutundu. Ayağa kalkmak isterken yere düştü. Boylu boyunca uzandı yere. Gözkyüzüne bakıyordu şimdi. O parlak, aydınlık, masmavi gökyüzü; göğsünün acısına rağmen huzur doldurdu içini. Kurtuluyordu sonunda. Nefes de alamıyordu artık ne güzel!
Bir film şeridi gibiydi her şey! Suna, Suat, Evrim.. Hatta Erdal, hatta Sinan! Yemyeşildi her yer, herkes mutluydu, aydınlıktı herkesin yüzü. Karşı sahilden Deniz gülümsüyordu, belki Hüseyin bile yanındadır. Hatta adlarını bilmediği, ömründe görmediği yüzlerce masum surat. .
"Ah ben, ah ülkem.. Kendimizce ne büyük hatalar işledik, ne büyük veballerin altına girdik.. Ben şimdi kurtuluyorum, umarım sen de kurtulursun ülkem.. ah.."
* * *
Serin bir rüzgar esti verandada, yaladı geçti Ali'yi. Emekli Albay Ali, 87 yaşında veda etti dünyaya. Pişmanlıkları, acıları ve anılarıyla..
*
Ali yine düşüncelerinin girdabına sürüklenmişti istemeden. Her yıl bu tarihte aynı girdapta boğuluyor, o acıyı hissediyor; tekrar hayata dönüyordu. Ne yazık ki..
Kendine bir fincan kahve aldı. Hayır, daha sert bir şeyler olmalıydı. Dolabından minik cam şişedeki kanyağı aldı ve kahve fincanına ekledi. Bir yudum aldı. Evet şimdi daha iyiydi.
Verandaya çıkıp sallanan sandalyesine kuruldu. Tatlı bir rüzgar yüzünü yalıyordu. Sonbahara özgü o renk cümbüşü, Ali'nin bahçesine de uğramıştı. Manzaraya baktı, geçmişe baktı. Rüzgarı hissetti, geçmişi hissetti. Dün gibi, o an gibi. Onca yıl geçmesine rağmen bitmek bilmeyen acılar.. İşte yine başlıyordu. 12 sene önce yaşanan o lanet gün! 12 sene önce her şeyin acıyla sona erdiği o hiç yaşanmaması gereken gün! 12 Eylül 1980. Binlerce insanın yok olduğu, binlercesinin acıyla yoğrulduğu, binlercesinin hiç haketmediği kaderlerinin yazıldığı gün! Binlerin kaderinin yazılmasında onun payı yoktu. Sadece birkaçının..
Bir şansı olsaydı, tek bir şansı, o günü yeniden yaşayabilmeyi dilerdi. Hayır, 12 Eylül değil. Bir gün öncesi; değiştirebilecek güce sahipken korkaklık ettiği, kibirine yenik düştüğü gün. 11 Eylül..
* * *
Ali deniz kokusunu içine çekti. Seviyordu bu kokuyu. Denizden esen tuzlu, yosun kokulu rüzgar kır saçlarını dalgalandırdı. Havanın bu güzelliğine inat içi sıkılıyordu. Güneşin parlaklığına, denizin mavisine tezat bir kasvet vardı havada. Kız kulesi bile neşelendiremiyordu bugün Ali'yi..
Masadaki gazeteyi karıştırdı. Çay bahçesinin iç tarafından Funda'nın o hüzünlü sesi geliyordu:
- ..Ne yapsam bilmem ki arkasından gitsem mi..
Gazeteyi tekrar katladı. Tek bir iyi haber yoktu. İçi daha da sıkıldı. Saatine baktı. "Nerede kaldı bu kadın? Gelmeyecek mi yoksa?" diye düşünürken;
- Merhaba.
dedi bir ses. İşte gelmişti. Perişan görünüyordu. Kumral dalgalı saçları alelade toplanmış, ince yeşil ceketi adeta üzerinden akıyordu. Bir zamanlar hayat dolu ela gözler, yuvalarına çekilmiş hüzünle bakıyordu. Avurtları çökmüş, 36 değil; 40lı yaşlarından görünüyordu.
- Merhaba Suna. Nasılsın?
- Nasıl olabilirim? Günlerdir bir çıkış yolu arıyorum. Telefon etmediğim, yazmadığım kimse kalmadı.
- Boşuna telaş ediyorsun. 3-5 gün göz altında tutup salarlar nasılsa.
- Ne 3-5 gününden bahsediyorsun baba? Haftalardır içeride. Neden kılını kıpırdatmıyorsun? Oğlun o senin! Bu kadar mı zor? Neden yenemiyorsun şu kinini, neden?
- Koskoca adam oldu. Düşünemedi mi işlerin buraya geleceğini? Çocukluğunuzdan beri uyardım sizi, bu işlerden, siyasetten uzak tutmaya çalıştım. Ama siz? Anarşist olup çıktınız başıma. Sonucu bu olur işte. Yatsın biraz içeride, belki akıllanır.
- Sana inanmıyorum baba! Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun? Ya bir şey yaparlarsa? Her gün yeni birinin cenazesi geliyor hapishanelerden. Ya bir gün Suat'ı getirirlerse tabutun içinde? O zaman da mı "oh olsun" diyeceksin? Akıllanmış mı olacak?
Ali yutkundu. Öyle bir şey olursa yaşayamazdı. Küs de olsalar, kavgalı da olsalar, ne yaparsa yapsın oğluydu Suat..
- Yapamam Suna. Aradım, çok kişiyi aradım. Emekli olalı kaç yıl oldu. Tanıdığım pek çok kişi benle birlikte ya da benden sonra emekli oldu. Senin sandığın kadar basit değil o işler.
- Evrim'i kurtarmıştın ama!
- Evrim sadece kalabalıktan biriydi Suna. Direk suçlayacak bir şeyleri yoktu. Suat ise Erdal'ın arkadaşı. Erdal yakalandıktan sonra kimi buldularsa topladılar.
Yine yutkundu. Erdal, ah Erdal. Çocuk Erdal. Düşüncesi, görüşü ne olursa olsun çocuktu o. Hem de masum bir çocuk. Adı gibi emindi masum olduğuna; ama ne yapabilirdi ki? Karar çoktan verilmişti. Günleri sayılıydı Erdal'ın. Ya Suat..
- Sahi Evrim nerede şimdi?
- Almanya'ya yolladım. Bir süre babasının yanında kalacak. Şu olaylar bitene kadar, okulu da dondurduk.
- En iyisini yapmışsınız. Evrim de rahat durmazdı burada. Genç, aklı bir karış havada. Yol yakınken kurtardık işte.
- Baba! Hala aynı şeyleri söylüyorsun! Fikirlerini kendine sakla ve kardeşimi kurtar! Yıllar önce Deniz'in başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Suçlu suçsuz, çocuk büyük dinlemiyor bu devlet. Yalvarırım kardeşimi kurtar baba..
Sicim gibi yaşlar süzülüyordu Suna'nın gözlerinden. Silmek istedi yaşları, sarılmak istedi kızına. Yapmadı. Ketumdu Ali. Dediği dedik, despot, tükürdüğünü yalamayan aksi bir ihtiyardı Ali. 2 çocuğuna da kızgındı. Affedemiyordu onları..
- Dünkü yazını okudum gazetede. Yine yanlış yollarda yüzüyorsun Suna. Yılanın deliğine çomak sokuyorsun. Bak demedi deme. Yol yakınken sen de git Almanya'ya. Yeni bir hayat kur kendine. Hem Evrim babasına da yakın olur, okula orada devam eder.
- Baba sen ne diyorsun? Kardeşim hapisteyken hiçbir yere gitmiyorum ben!
- Al. Şu gazeteye bak! Haberlere bak! Sen bu işlerin içindesin daha iyi bilmen lazım. Dün 17 şehit, bugün 150 gözaltı, kaç şehirde bombalar patlamış. Kötü zaman Suna. Daha kötü şeyler olacak, çok yakında çok daha kötü şeyler olacak..
* * *
Kanyaklı kahve boğazını yaktı. Gözleri de yanıyordu. Ama kanyaktan değildi bu yanma. İçi de yandı, kalbi de. Niye Suna'ya söylememişti ki o gün? Neden gizlemişti. Aptalca bir şey yapmasını istemediği için. Peki aptalca ne yapabilirdi? Daha aptalca ne yapsaydı bugünden daha kötü olurdu? Hiç.. Daha da yandı gözleri..
* * *
- Bir şey biliyorsan söyle baba. Bi haber mi aldın? Suat ile mi ilgili?
- Hayır. Almadım haber filan. Yapabileceğim bir şey yok Suna anla işte. Hadi git artık evine. Akşama kalma. - Peki baba. Sözlerim sana kar etmiyor nasılsa. Ama yalvarırım, yapabileceğin bir şey varsa yap. Yen artık şu kinini. Ara şu Paşa'yı. Geçmişte ne yaşadıysanız yaşadınız. Umurumda değil. Kardeşimin hayatı tehlikede. Lütfen baba. Bir kez olsun şu inatlarından, kararlarından geri adım at. Bir şey kaybetmezsin. Aksine.. Neyse. Allah'a emanet ol..
Gözünde yaşlarla gitti Suna. Baktı kaldı arkasından.. Diyemedi. Yarın, öbür gün, en geç diğer gün olacakları diyemedi. Korktu. Paşa'yı da aramadı. Söz vermişti, Suat'a bir şey olmayacaktı. Karışıklık bittikten sonra salacaklardı. Öyle demişti Paşa. İnanmıştı Ali. Nasılsa gelecekti oğlu. Hem o zaman akıllanmış da olurdu, barışılardı da. Eski günlerdeki gibi. Evrim de dönerdi Almanya'dan. Torununu görmeyeli uzun zaman olmuştu. Hep birlikte uzun bir tatile çıkarlardı. Suna, Suat, Evrim.. Bugünleri görebilseydi karısı Latife. Ömrü yetmemişti lakin.. "Ah Suat. Özledim be oğlum. Çok özledim. Ah bir sağ salim görsem yüzünü, söz yüzüne söyleyeceğim. O aksi adamı göremeyince şaşıracaksın oğlum.." Durduramıyordu kendini Ali, sicim gibi boşanıyordu yaşlar..
* * *
Hıçkırıklar boğazını parçalıyordu Ali'nin. Yılların pişmanlığı omuzlarında bir yüktü. Şimdi daha da ağırdı. Her gün daha da ağırlaşıyordu. Kalbini bir mengene gibi sıkıştırıyordu pişmanlık ve acı..
"O gün söyleseydim Suna'ya.. Darbe olacak, kötü şeyler olacak deseydim.. Diyebilseydim.. Şimdi hayatta olurdu. Ah Suna.. Deseydim, mahpus kokusunu 2. kez koklamazdın, mezarın olmazdı o izbe yer.. Kızım..
O Paşa'yı arasaydım, hatırlatsaydım kendimi; o karışık zamanda deseydim Suat diye, söz vermiştin diye.. Şimdi hayatta olurdu. Ah Suat..
Gencecik boynuna geçmezdi o kalın ilmik. Yakışmadı sana o, güzel durmadı boynunda. Kime yakışır ki hem? Oğlum..
Evrim, ah Evrim.. Boyundan büyük işlere kalkmış küçük Evrim.. Neden gitmedin ki Almanya'ya? Neden kandırdın hepimizi? Yakıştı mı senin gibi küçük bir kız çocuğuna bu ölüm? Sokak köşeleri mi olacaktı mezarın? Daha ömrünü başındayken, ne yaşadın da vezgeçtin bu hayattan be kızım? Neden aramadım ki seni, arasaydım belki hayatta olurdun.. Ah evrim.. Torunum.."
Kalbi sıkışıyordu Ali'nin. Kanyak şişesini boğazına dikti. "Keşke yakarken parçalasa boğazımı." Son 12 yıldır merak ediyordu. Neden ölmüyordu? Neden hala hayattaydı? 87 yaşında bir bunaktı oysa ki.. Ne günah işlediğini merak ediyordu. Ona kızının, oğlunun ve torununun ölümünü yaşatacak; o ölümlerden sonra bunca yıl yaşayacak kadar ne günah işlediğini merak ediyordu. Kalbinde bir yumrukla, yapayalnız, suçluluklarla dolu bir hayat yaşayacak ne günah işledi merak ediyordu.. Son 12 yıldır ölmek istiyordu. Bunu yapacak cesareti yoktu ama..
Ve sonunda geliyordu ölüm. 3 gencin yaşamına karşılık olması gerekirken 12 yıl gecikmeli olarak geliyordu ölüm..
Kalbi göğüs kafesinin içinde eziliyordu sanki. Sandalyenin kenarlarına tutundu. Ayağa kalkmak isterken yere düştü. Boylu boyunca uzandı yere. Gözkyüzüne bakıyordu şimdi. O parlak, aydınlık, masmavi gökyüzü; göğsünün acısına rağmen huzur doldurdu içini. Kurtuluyordu sonunda. Nefes de alamıyordu artık ne güzel!
Bir film şeridi gibiydi her şey! Suna, Suat, Evrim.. Hatta Erdal, hatta Sinan! Yemyeşildi her yer, herkes mutluydu, aydınlıktı herkesin yüzü. Karşı sahilden Deniz gülümsüyordu, belki Hüseyin bile yanındadır. Hatta adlarını bilmediği, ömründe görmediği yüzlerce masum surat. .
"Ah ben, ah ülkem.. Kendimizce ne büyük hatalar işledik, ne büyük veballerin altına girdik.. Ben şimdi kurtuluyorum, umarım sen de kurtulursun ülkem.. ah.."
* * *
Serin bir rüzgar esti verandada, yaladı geçti Ali'yi. Emekli Albay Ali, 87 yaşında veda etti dünyaya. Pişmanlıkları, acıları ve anılarıyla..
*
20 Nisan 2013 Cumartesi
Duyarlı vejetaryenler ve etçil vahşeti ha?
Öncelikle bu "et yeme" konusunun neden bu kadar dehşet verici bir olaymış gibi yansıtıldığını gerçekten merak ettiğimi belirtmeliyim. Cidden büyük bir vahşetmiş, yamyammışız gibi lanse ediliyor. Özellikle PETA adlı vakfın bu konudaki çalışmaları bence gereksiz bir duygusallık ve resmen gizli bir baskı içeriyor. Ayrıca PETA denildiğinde benim aklıma gelen tek şey South Park'ta ele alınan PETA hali.. Nedense ciddiye alamıyorum bu vakfı. Biraz da komik geliyor açıkçası..
Nedenlerime gelince..
Bi kere biz biyolojik olarak etçil ve otçul sınıfındayız. Diş yapımımız, sindirim sistemimiz ona uygun olarak tasarlanmış(tasarlanmış derken?). Mesela bir koyuna, ineğe et yediremezsiniz. Ne diş yapısı buna uygundur, ne de sindirim sistemi. Ya da bir kartala, aslana kereviz yedirmeyi deneyin? Ama biz insanlar, ayılar, fareler vs. "hepçil" canlılar olarak geçiyoruz bilim sayfalarında. Yani doğamızda olan bir şey bu "et yeme" hadisesi. Sonuç olarak yemeye devam edeceğim..
Diğer bir neden; vücudumuzun etten ve diğer hayvansal besinlerden alınacak olan maddelere ihtiyacı olması. Küçüklükten beri protein denilince "et,süt,yumurta" diye sıralamıyor muyuz, böyle öğrenmedik mi? Peki ben bu gıdaları almazsam proteinimi nereden alacağım? Cevizle mi geçireceğim ömrümü? Ya balık - fosfor? Ya süt - kalsiyum? Hiç bana alternatif gıdalar sunmasın kimse! Hayvansal gıdalardan alınan besin maddelerinin hiçbir bitkiden tam olarak alınamayacağı yıllardır bilinen bir gerçek. Aynı şekilde bitkiden alacaklarımızı da hayvanlardan alamayız. Sonuç olarak yemeye devam edeceğim..
Son nedenim ise; bu hayvanları keserek, balıkları avlayarak yememiz bir vahşet olarak adlandırılıyor. Lütfen hayvanlara yapılan eziyetlerle, kafalarına vura vura öldürmelerle, işkencevari öldürmelerle karıştırmayalım bunu. Genelde de bu tarz şeylerin hepsi (yemelik kesimden bahsediyorum) yurtdışında oluyor. Benim et aldığım mahalle kasabının o minicik kuzucuğu, sevimli danacığı kafasına vura vura öldürdüğünü düşünmüyorum(hee helal kesim evet). Ha adam psikopatsa, benim vejetaryen olmam hiçbir şeyi engellemez zaten..
Farklı bir açıdan bakarsak eğer; normal bir ekosistemde aslanlar geyikleri, ceylanları parçalıyor değil mi? Boğazını kemirerek? Ölmesini bekleyerek? "Emeee o dağal kii, besin zinciri oooo.." Yok ya? Aslan et yesin, kartal et yesin, diğer binlerce tür yırtıcı et yesin; biz insanoğlu "ama vahşet buuuu" diyerek bok mu yiyelim? Kimse kusura bakmasın. Vahşet arıyorsanız İspanya'ya arenalara gidin. Vahşet arıyorsanız hayvanları canlı canlı yiyen Çin'e, Japonya'ya gidin. Şurda yediğimiz kuzu, dana, tavuk zaten.. Dua edin tasmayla gezdirdiğiniz köpeği yemiyoruz..
Hatta olayı abartalım biraz. Canlının canının değeri vücut büyüklüğü artınca mı artıyor? Sinekleri de öldürmeyelim o zaman? Hatta bitkiler de canlı; meyveler, sebzeler kendi kendilerine daldan düşmeden yemeyelim. Düştüklerinde çoktan kurtlanmış oluyorlar ama.. Bence kurtları da alıp besleyelim canlılar sonuçta.. E ne kaldı bize? Hadi canım vejetaryenler, mideniz et almıyorsa buyrun otçul yaşantınıza devam edin siz. Ama et yemeyi vahşet olarak değerlendirenin alnını karışlarım!
Bi kere biz biyolojik olarak etçil ve otçul sınıfındayız. Diş yapımımız, sindirim sistemimiz ona uygun olarak tasarlanmış(tasarlanmış derken?). Mesela bir koyuna, ineğe et yediremezsiniz. Ne diş yapısı buna uygundur, ne de sindirim sistemi. Ya da bir kartala, aslana kereviz yedirmeyi deneyin? Ama biz insanlar, ayılar, fareler vs. "hepçil" canlılar olarak geçiyoruz bilim sayfalarında. Yani doğamızda olan bir şey bu "et yeme" hadisesi. Sonuç olarak yemeye devam edeceğim..
Diğer bir neden; vücudumuzun etten ve diğer hayvansal besinlerden alınacak olan maddelere ihtiyacı olması. Küçüklükten beri protein denilince "et,süt,yumurta" diye sıralamıyor muyuz, böyle öğrenmedik mi? Peki ben bu gıdaları almazsam proteinimi nereden alacağım? Cevizle mi geçireceğim ömrümü? Ya balık - fosfor? Ya süt - kalsiyum? Hiç bana alternatif gıdalar sunmasın kimse! Hayvansal gıdalardan alınan besin maddelerinin hiçbir bitkiden tam olarak alınamayacağı yıllardır bilinen bir gerçek. Aynı şekilde bitkiden alacaklarımızı da hayvanlardan alamayız. Sonuç olarak yemeye devam edeceğim..
Son nedenim ise; bu hayvanları keserek, balıkları avlayarak yememiz bir vahşet olarak adlandırılıyor. Lütfen hayvanlara yapılan eziyetlerle, kafalarına vura vura öldürmelerle, işkencevari öldürmelerle karıştırmayalım bunu. Genelde de bu tarz şeylerin hepsi (yemelik kesimden bahsediyorum) yurtdışında oluyor. Benim et aldığım mahalle kasabının o minicik kuzucuğu, sevimli danacığı kafasına vura vura öldürdüğünü düşünmüyorum(hee helal kesim evet). Ha adam psikopatsa, benim vejetaryen olmam hiçbir şeyi engellemez zaten..
Farklı bir açıdan bakarsak eğer; normal bir ekosistemde aslanlar geyikleri, ceylanları parçalıyor değil mi? Boğazını kemirerek? Ölmesini bekleyerek? "Emeee o dağal kii, besin zinciri oooo.." Yok ya? Aslan et yesin, kartal et yesin, diğer binlerce tür yırtıcı et yesin; biz insanoğlu "ama vahşet buuuu" diyerek bok mu yiyelim? Kimse kusura bakmasın. Vahşet arıyorsanız İspanya'ya arenalara gidin. Vahşet arıyorsanız hayvanları canlı canlı yiyen Çin'e, Japonya'ya gidin. Şurda yediğimiz kuzu, dana, tavuk zaten.. Dua edin tasmayla gezdirdiğiniz köpeği yemiyoruz..
Hatta olayı abartalım biraz. Canlının canının değeri vücut büyüklüğü artınca mı artıyor? Sinekleri de öldürmeyelim o zaman? Hatta bitkiler de canlı; meyveler, sebzeler kendi kendilerine daldan düşmeden yemeyelim. Düştüklerinde çoktan kurtlanmış oluyorlar ama.. Bence kurtları da alıp besleyelim canlılar sonuçta.. E ne kaldı bize? Hadi canım vejetaryenler, mideniz et almıyorsa buyrun otçul yaşantınıza devam edin siz. Ama et yemeyi vahşet olarak değerlendirenin alnını karışlarım!
15 Nisan 2013 Pazartesi
Bir Adam..
Bir adam
sevmişti; gülümsetmekten keyif aldığı, hep mutlu olmasını istediği; onu
gülümseten, mutlu eden bir adam.. Bir adam sevmişti, zekasına hayran olduğu, o
beyninin içinde neler döndüğünü çılgınca merak ettiği ve kendisini yanındayken
salak gibi hissetmekten ölesiye korktuğu.. Zekasıyla zekasını alt etmesinden,
mükemmel olmasından korktuğu..
Bir adam
sevmişti..
Bu adamla
birlikteyken çıplaktı her şey, bir o kadar da gizemli. Özgürdü herkes. Duygular
apaçık söylenmezken, korkulurken kelimelere dökülmesinden; elinizle
dokunabilirdiniz bu duguların somutluğuna. Tutup koklayabilirdiniz aşkı,
şehveti, ihtirası bu iki yabancı ama bir
o kadar tanışık bedenlerde. .
Kayda
geçecek hiçbir şey yaşamadılar birlikte. Şehrin hiçbir yerine anıları yok.
"Bir gün şöyle bir şey yapmıştık hatırlıyor musun?" diyebilecekleri
hiçbir şey yapmadılar. Ama yaşadılar. Çok şey hissederek sadece yaşadılar.
Belki de biri diğerinin çok şey hissettiğini-çok şey hissettirdiğini düşünerek
karşılıklı rol yaptılar. Öyleyse bile kusursuz birer oyuncuydu her ikisi de.
Şüpheye mahal vermeyecek kadar gerçekti görünen hisleri ve hissettirdikleri..
Çok
güldüler, gülümsetmek iyi geldi ikisine de. Birbirine tamamen yabancı
dünyalarından bir süreliğine sıyrılıp pararlel evreni keşfetmenin hazzını
yaşadılar. Övdükleri ya da yerdikleri, sevdikleri, ilgilendikleri, hayran
oldukları, küfrettikleri sürüyle ortak materyal olduğunu hayretle gördüler her
adımda. Aynaya bakmak gibiydi adeta..
İnceydi bu
adam, hisliydi, komikti, zekiydi, mükemmeldi..
Bir şey
oldu. Bir gün bir şey oldu. Ayna parçalandı. Keşfettiği paralel evren tuzla buz
oldu. İnandığı, hayalini kurduğu her şeyle birlikte üzerine yağdı. Ama korudu
kendini bu enkazdan. O zekiydi. Duygularının, mantığının önüne geçmesine izin
veremezdi. Ama anlamalıydı. Bu yıkımı başlatan o minik çatlağı, belki de hiçbir
zaman yerine konmamış olan yap-bozun eksik parçasının ne olduğunu öğrenmeliydi.
İnceydi bu
adam, hisliydi, komikti; ama zeki değildi ve artık mükemmeliğini yitirmiş olan
bir korkaktı. O minicik cesarete bile sahip olamayan, içten pazarlıklı ve
yenilikten korkan bir adamdı. Çok anısının olduğu ama kendisi olamadığı,
kendisi için önceden biçilmiş, yakındığı o mutsuz hayata sürüklenen; tüm
hesaplaşmaları içinde halletmeyi uygun gören bir adamdı. Yap-bozun eksik
parçasıydı bu adam. Hiç var olmamıştı ki! Sadece geçerken uğrayan, köşesi
oturmayınca da ait olduğu yere geri dönen bir adamdı bu.. Bir yolculukta
yanında oturduğu kişinin sorduğu sorular kadar kelime bahşeden, yolculuğu
bittiği anda "iyi yolculuklar" bile demeden çekip giden samimiyetsiz,
vefasız bir adam. O koltukta bıraktığı adamı kendinden şüphe ettirecek,
özgüvenini sarsacak kadar fütursuz bir adam..
Aptallığının
ürünü tesellilerdi belki de bunlar. Belki de bu adam kadar zeki olamamıştı
hiçbir zaman. Belki de hiç içten gelerek gülmedi, gerçekten mutlu olmadı o
adam. Evren hiç paralel durmadı, bir arkadaşa bakıp çıktı sadece..
O
dokunabildiği duygular da yarım aklının bir oyunuydu belki de.. Belki de sadece
romanlara özenmiş, masalsı bir aşkla bağlanmıştı bu adama. Her şeyin mükemmel
olduğu, kusurun yerinin olmadığı o kahramanlara benzemek istemişti sadece..
Aklı ne
düşünürse düşünsün, zihni neyi tasarlarsa tasarlasın, iç sesi hangi cevabı
verirse versin; gerçek bir cevap asla olmayacaktı elinde.. Eksikliğin
kendisinden mi ondan mı kaynaklandığını ya da bambaşka bir nedenin olup
olmadığını asla bilemeyecekti. Bu
cevaplara sahip olan adam ise tüm S.O.S'lere karşın umarsızca var olmamayı
seçmişti..
Kaslarıyla Fazlaca Haşır Neşir Olan Erkeklerin Genellikle Moron Olması
Bir de bana hep şöyle gelmiştir; erkek kaslarını şişirdikçe, beyninden bir şeyler kaybediyor gibi hissediyorum. Tamamen vücuduna odaklandığı için hayattan soyutlandığından belki de doğrudur, bilemem..
Tabi tüm genellemelerde olduğu gibi bu da yanlıştır. Mesela bu yazıyı okuyan bir kaslı, kesinlikle bu genellemenin dışındadır zaten.. Ha bir de Khal Drogo tabi *.*
Not : Bu tiksintinin sebebini şimdi hatırladım. Lisede vücut geliştirmeye giden bir arkadaşımın zırt pırt yanıma gelip, kaslarını şişirerek "sıksana bi sıksanaaa!ehe" demesi olmalı..
14 Nisan 2013 Pazar
Adam taş beyler!
Yıllardır kendisini hayran hayran dinliyorum; kalbim kadar temiz bir sayfayı ona ayırmasam olmaz. Kimden mi bahsediyorum? Tabi ki de dünya üzerine "taş" olarak nitelendirilen sayılı erkeklerden biri olan "Sebastian Bach" ! O ağız, o burun.. Gerçi gençkene iyimiş. Bir kaç yıl önce resimlerine Baktığımda hala gideri var dedimdi ama; bugün yine baktım ı ıh. Geçmiş gari. Bi ağlamaklı oldum bakarken ama ne yapalım, mukadderat.. Neyse sevgili Sebastian, hayalerimi hala genç yüzünün süslemesi dileğiyle..
Bu arada 4:25'deki kaş kaldırması, şu hayatta gördüğüm en güzel görüntülerden biri heralde o.O
Bu arada 4:25'deki kaş kaldırması, şu hayatta gördüğüm en güzel görüntülerden biri heralde o.O
Etiketler:
Eskiler,
Glam Metal,
Heavy,
Heavy Metal,
Metal,
Sebastian Bach,
Skid Row
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
